3.3.12


Henri Matisse
(31 Aralık, 1869 – 3 Kasım, 1954) 20 yüzyılın en önemli ressamlarından biridir. Renkleri büyük bir ustalıkla kullanışıyla Picasso ve Kandinsky ile birlikte, modern sanatın en büyük sanatçılarından biri kabul edilir.
Matisse 1869 yılının son gününde kuzey Fransa’da dünyaya gelmiştir. 1887- 1888’de Paris’de bir süre hukuk eğitimi alan Matisse, ertesi yıl Saint Quentin’de bir avukatın yanında asistanlık yapmaya başlamıştır. Aynı zamanda, sabah erken saatlerde Ecole Quentin de la Tour’da çizim kurslarına devam eder.

Ancak 1890 yılında geçirdiği apandisit ameliyatının ardından büyük ölçüde yatakta geçen bir dönem yaşamıştır ve Matisse için bu süreçte resim uğraşı giderek bir tutku haline dönüşmüştür
Böylece, 1891 yılında hukuk alanındaki kariyerine son vererek tamamıyla resme yönelmiş ve Paris’e giderek Academie Julian’da William Bourgereau’nun sınıfına kaydolmuştur. Aynı zamanda kısa bir süre sonra, Ecole des Arts Decoratifs’e yazılmış, 1895 yılında sınavı kazanarak resmen Moureau’nun öğrencisi olmuştur.
Matisse bu dönemde, kendisi gibi ressam olan komşusu Emile Wery ile birlikte Fransa’nın Brötanya bölgesini ziyaret etmiştir. Daha önce Gauguin gibi öncü sanatçılara esin kaynağı olan Brötanya’dan dönüşünde Matisse, saf prizmatik renklere ilgi duymaya başlamıştır. 1897 yılında, Musee du Luxembourg’da izlenimcileri keşfetmesi de onun sanat hayatı açısından önemli bir dönüm noktasıdır.
1898 yılında, kendisine dört yıl önce bir kız çocuğu vermiş olan Amelie Parayre ile evlenen Matisse, Pissarro’nun tavsiyesi üzerine balayında Turner’ın resimlerini görmek üzere Londra’ya gitmiştir. Paris’e döndükten sonra ilkbahar ve yaz aylarını geçirmek üzere Korsika’ya gitmiş ve burada Akdeniz ışığı, renklerine yeni bir parlaklık kazandırmıştır. Akdeniz’in yüzyıllardır sanatçılara esin kaynağı olan tılsımlı ışığı, Matisse için de sanatına yön veren önemli bir kaynak olmuştur.
1900- 1904 yılları arasındaki dönemde, Cezanne’ın Mattisse üzerinde kesin bir etkisi vardır. Matisse, bu sırada sergilere de katılmaktadır; 1903’de Salon d’Autumn’a (Sonbahar Salonu) resim verdikten sonra 1904 yılında Vollard’ın galerisinde ilk kişisel sergisini gerçekleştirmiştir. Cezanne, Van Gogh, Picasso ve daha birçok modern sanatın öncüsü sayılan sanatçıya henüz tanınmadan sahip çıkan Vollard’ın galerisinde sergi açmak, en azından kısıtlı fakat öncü bir sanat ortamının ilgisini uyandırmış olmalıdır.
Matisse 1905 yılı yazını Derain ve bir süre Vlamick’le birlikte Akdeniz kıyısında bir balıkçı kasabası olan Collioure’da geçirmiştir. Akdeniz, hayatı boyunca Matisse için sanatına güç veren bir çekim merkezi olmuştur. Derain, Vlaminck ve Marquet ile birlikte, 1905 Paris Sonbahar Salonu’na katılmıştır. Bu sanatçı grubunun birbirine paralellik gösteren çalışmaları, şiddetli bir halk tepkisinin oluşmasına kaynaklık etmiştir ve eleştirmen Louis Vauxcelles bir yazısında onları sınırsız renk kullanmaları nedeniyle Fauves (Vahşiler) olarak isimlendirmiştir. Fovistler, resimlerinde rengi temel unsur olarak kullanıyor ve saf rengin ifade gücünden yararlanmayı amaçlıyorlardı. Eleştirilerin hedefinde Matisse ve özellikle de onun Şapkalı Kadın adlı resmi yer almıştır. Halkın ve tutucu sanat çevrelerinin tepkisini çeken bu resim, dönemin avant- garde sanatına ilgi duyan Stein’lar (Michael) tarafından satın alınmıştır.
Matisse’in en sabırlı modeli olan karısı Bayan Matisse, onun bir diğer erken tarihli baş yapıtına da konu olmuştur ve 1905 yılında tamamlanan Bayan Matisse:Yeşil Çizgi saf, yalın renkli düzlemlerle kurgulanmış kompozisyonuyla, sanatçının üslup eğilimini ortaya koymaktadır. Bu resimden kısa bir süre sonra Yaşama Sevinci adlı büyük boyutlu yağlıboya çalışmayı gerçekleştirmiştir. Belirgin dış çizgilerle sınırlanmış nesne ve figürler, saf renklerle tanımlanmıştır. Matisse’in sanatının ana izleği, resimleri aracılığıyla yaşama sevincini yansıtmaktır ve bu doğrultuda renk, ışık ve resmin konusundan yararlanmayı amaçlamaktadır. Yaşama Sevinci, 1906 yılında Salon des Indepentants’da sergilenmiş ve yine tepkileri üzerine çekmiştir. Signac bile onun yanlış yönde ilerlediği görüşündedir. Buna karşılık, resmi modern zamanların baş yapıtı olarak nitelendiren Leo Stein satın almıştır.
1906 yılında Matisse tekrar Akdeniz’in çağrısına cevap vermiş ve Cezayir’e giderek Biskra Vahası’nı ziyaret etmiştir. Buradan resimlerinde faydalanacağı seramikler, kıyafetler ve diğer yöresel nesnelerle dönmüştür. İslam ve doğu sanatı onun üzerinde belirgin bir etkiye sahip olmuştur.
Matisse sadece seramiklere değil, doğu halılarına da ilgi duymuştur. Doğu halılarındaki dekoratif unsurlar, saf renkler, soyut biçimler ve düzeyler önem taşımaktaydı. Matisse’in resimlerindeki iki boyutluluk ve dekoratif unsurların artan önemi Gauguin’in 19. yüzyıl sonunda ortaya koyduğu tavrın bir devamı niteliğine sahiptir. 1908 yılında yaptığı Kırmızı Uyum onun doğu sanatına ve dekoratif unsurlara verdiği önemin bir sonucudur. Resimde masa örtüsü ve duvarın kırmızı renkte olması ve mavi kıvrımlı motiflerin hem masada hem de duvar yüzeyinde tekrar etmesi, resim yüzeyinin iki boyutluluğunu vurgulamaktadır. Sanatçı 1907-1909 yılları arasında ders verdiği bir resim okulu da açmış fakat daha sonra sanat çalışmalarına yoğunlaşabilmek amacıyla burasını kapatmıştır. 1909 yılında, Moskovalı bir iş adamı olan ve Matisse’in resimlerini toplayan Shchukin ona resim sipariş etmiştir. Matisse’in Rus koleksiyoner için yaptığı Dans ve Müzik adlı büyük boyutlu çalışmalar; saf renk kullanımı, belirgin dış çizgilerle sınırlanmış figürleri ve yaşama sevincini yansıtan temalarıyla Matisse’in baş yapıtları arasında yer almışlardır.
Dans’ta elele tutuşmuş daire şeklinde dans eden figür grubu ilginç bir şekilde Ambroggio Lorenzetti’nin Siena’da Palazzo Pubblico’nun duvarlarında yer alan iyi yönetim freskindeki dans eden figürleri anımsatmaktadır. Matisse, 1907 yılında bu şehri ziyaret ettiğinde Lorenzetti’nin büyük boyutlu freskini görmüş ve dans eden figürleri dikkatle incelemiş olmalıdır. Müzik ise herbiri izleyiciye dönük düz mavi-yeşil bir fon üzerindeki beş adet kırmızı figürden oluşmuş oldukça sade bir kompozisyondur. Figürlerin dizilişleri belirgin bir biçimde notaların dizilişlerini andırmaktadır. Her iki resim de 1910 Sonbahar Salonu’nda sergilenmiştir.
1908 yılında Berlin’e giderek burada Alman dışavurumcuların çalışmalarını görme olanağını bulan Matisse, 1910 yılında bu kez Marquet ile birlikte Münih’i ziyaret etmiş ve İslam Sergisi’ni gezmiştir. Sergide özellikle halılardan etkilenmiştir. 1911 tarihli Ressamın Ailesi, bu etkilenmenin boyutlarını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Sanatçının karısı, kızı ve iki oğlu; kanepelerin, duvar kağıdının ve hepsinden önemlisi yerdeki halının dekoratif kalabalığı içerisinde adeta kaybolmaktadırlar. Aynı yıl yaptığı Kırmızı Stüdyo, ise, tek bir kırmızının iki boyuta indirgediği bir mekana yerleştirilmiş ve sadece konturlarıyla tanımlanmış nesnelerden oluşmaktadır.
1911 ve 1912 kış aylarını Fas’da geçiren Matisse, bu coğrafyanın ve iklimin etkisiyle daha canlı ve ışıklı renkler kullanmaya başlamıştır. Ancak 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi sanatında yepyeni bir evreyi gündeme getirmiştir. Resimlerinde biçimler giderek soyutlaşırken renkler koyulaşmaya ve siyah gölgeler artmaya başlamıştır. 1914 tarihli Notre-Dame Görünümü ve Collioure’da Fransız Penceresi bu dönemin baş yapıtları olarak gösterilebilir.
Matisse, savaşın ardından zamanının büyük bölümünü Nice şehrinde geçirmeye başlamıştır. 1918/19 tarihli Viyolin Kutulu İç Mekan onun yeniden canlanan renk ve ışık ilgisini yansıtmaktadır. Bu dönemde ayrıca, dekoratif yönü ağır basan bir dizi Odalık resmi gerçekleştirmiştir.
1930’lu yıllar ile birlikte resimlerinde biçimler iyice yalınlaşmaya ve dekoratif unsurlar önem kazanmaya başlamıştır. 1931-33 yıllarında gerçekleştirdiği ve üç parçadan oluşan büyük Dans frizi bunun en somut örneğidir. Dans’la birlikte 1935 tarihli Pembe Nü ve 1939 tarihli Müzik onun yinelenen temalarının farklı ele alınışlarıdır.
1940’lı yıllar İkinci Dünya Savaşı’na ve onu giderek yatağa bağımlı hale getiren hastalığına rağmen yoğun bir şekilde üretmeye devam ettiği bir dönem olmuştur. Jazz adlı kitap için 1947 yılında gerçekleştirdiği, kesilmiş kağıt üzerine guvaş tekniğindeki çalışmalar Matisse’in yerleşmiş sanat anlayışının farklı bir sunumunu oluşturmaktadır.İkarus bu çalışmalardan belki de en tanınmış olanıdır. Bu dönemde ve oldukça ilerlemiş yaşında gerçekleştirdiği çalışmalarından birisi de 1943 yılından beri yaşamakta olduğu Vence’deki Rosarie Şapeli için yaptığı tasarımlardır. Kesilmiş renkli kağıtlarla hazırladığı taslaklar şapelin vitrayları olarak uygulanmışlardır. Ayrıca beyaz seramik yüzeyler üzerine siyah çizgilerle gerçekleştirdiği büyük ölçekler Meryem ve Çocuk İsa, Aziz Dominik ve Kutsal haçla ilgili desenler yer almaktadır. Matisse hayatının son dönemlerinde kesilmiş renkli kağıtlarla gerçekleştirdiği çalışmalara yoğunlaşmıştır. İlerleyen yaşı ve onu neredeyse yatağa bağlayan hastalıklar eserlerini bu farklı teknikte uygulamasına neden olmuş gözükmektedir. 1952 tarihli Mavi Nü bu eserlerden en tanınmış olanıdır.

Claude Monet


Claude Monet

1840 Claude Oscar Monet, 14 Kasım'da Paris'te bir mağaza sahibinin oğlu olarak doğdu.
1845 Aile Le Havre'ye taşındı. Burada, yaptığı karikatürlerden Monet'nin öğretmenleri ve yakınları tarafından resme yeteneği olduğu keşfedildi.



1858 Kendisini açık havada resim yapmaya teşvik eden peyjaz ressamı Eugene Boudin (1824-1898) ile tanıştı..
1859 Resim çalışmak üzere Paris'e gitti; Salon'u ziyaret etti. Academie Suisse'ye girdi ve burada Camille Pissarro (1830-1903) ile tanıştı.
1862 Johan Barthold Jongkind (1819-1891) ile tanıştı. Paris'te yaşayan İsviçreli ressam Charles Gleyre'nin (1806-1874), atölyesine devam etti. Burada, Auguste Renoir (1841-1919), Alfred Sisley (1839-1899) ve Frederic Bazille (1841-1870) ile tanıştı.
1863 Manet'nin Martinet'de sergilenen Fontainebleau Ormanı'nda yapmış olduğu resimleri gördü. Yıl sonunda dört arkadaş Gleyre'nin atölyesinden ayrıldı.
1864 Resimlerini ilk beğenen sanatsever Gaudibert ile tanıştı.
1865 Salon Monet'nin iki adet deniz konulu tablosunu kabul etti. Gelecekteki eşi Camille Doncieux ve Bazille Piknik adlı tablosu için ona poz verdiler.
1866 Yeşil Elbiseli Kadın adlı tablosu Salon'da sergilendi ve beğeni topladı.
1867 Ressam Sainte-Adresse'deyken ilk oğlu Jean Monet doğdu. Paris'e dönüşünde Bazille atölyesinde ona yer verdi ve Salon tarafından reddedilen Bahçedeki Kadınlar adlı tablosunu satın aldı.
 
1868 Monet intihara kalkıştı. Gaudibert ona para yardımında bulundu. Etretat ve Fecamp'ta resimler yaptı.
1870 Camille Doncieux ile evlendi. Salon tarafından bir kez daha reddedildi. Fransız-Prusya Savaşı çıkınca Londra'ya gitti; burada Turner ve diğer İngiliz peyzaj ressamlarını tanıdı. Sanat tüccarı Paul Durand-Ruel ile tanıştı..
1871 Monet'nin babası öldü. Sonbaharda, Hollanda üzerinden Fransa'ya döndü. Argenteuil'de bahçeli bir ev kiraladı.
1872 Durand-Ruel, Monet'nin tablolarının büyük bir bölümünü satın aldı. Monet, atölyesinde Seine kıyılarını ve sandalları resmetti. Le Havre'da İzlenim, Gün Doğumu adlı tablosunu yaptı.
1873 Gustave Caillebotte ile tanıştı.
1874 Monet, Nadar'ın atölyesinde gerçekleştirilen ilk İzlenimciler sergisinde İzlenim, Gün Doğumu'nu sergiledi.
1875 Ekonomik problemleri yüzünden daha küçük bir eve taşındı.
1876 Durand-Ruel'in galerisinde düzenlenen ikinci İzlenimciler sergisinde Monet 18 adet tablosu ile yer aldı. Mağaza müdürü Ernest Hoschede ile tanıştı.
1878 Monet'nin ikinci oğlu Michel Paris'te doğdu. Aile, yaz geldiğinde Vetheuil'da küçük bir eve taşındı. Alice Hoschede ve altı çocuğu da onların yanına taşındı.
1879 Camille 32 yaşındayken öldü.
1881 Monet, Alice Hoschede ve çocukları Poissy'ye taşındı.
1883 Monet, Giverny'de bir ev kiraladı ve Aralık ayında Renoir ile beraber Fransa'nın güneyine seyahat etti.
1887 Durand-Ruel, New York'da bir galeri açtı ve Monet'nin tablolarını burada sergiledi.
1888 Tınazlar serisine başladı.
1889 Monet ve Auguste Rodin (1840-1917) beraber bir sergi açtılar.
1890 Tınazlar serisine devam ederken bir yandan da Kavaklar serisini yapmaya başladı. 1883'ten beri oturmakta olduğu Giverny'deki evi satın aldı.
1891 Durand-Ruel'in galerisinde sergilenen Tınazlar serisi büyük başarı kazandı.
1892 Rouen Katedrali serisine başladı. Ernest Hoschede'nin dul eşi Alice Raingo ile avlendi.
1895 Monet, Norveç'te yaşayan üvey oğlunu ziyaret etti. Durand-Ruel, Rouen Katedrali serisini sergiledi.
1897 Giverny'de ikinci atölyesini kurdu. İkinci Venedik Bienali'nde Monet'nin 20 yapıtı yer aldı.
1899 Monet, Giverny'deki bahçesinde yer alan nilüferleri konu aldığı serisine başladı.
1900 Japon Köprüsü ile ilgili bir çok tablo yaptı. Londra'yı ziyaret etti ve burada Thames konulu resimler yaptı.
1904 Alice ile beraber Madrid'e seyahat etti ve burada Velasquez'in tablolarına hayran kaldı.
1906 Nilüfer serisine devam etti. Cezanne, 22 Ekim'de öldü.
1908 Katarakt hastalığı üzerine ilk belirtiler görüldü. Alice ile beraber Venedik'i ziyaret etti.
1909 1904 ve 1906 yılları arasında yapmış olduğu Nilüferler serisinden 48 tablosu Durand-Ruel'in galerisinde sergilendi ve büyük bir başarı kazandı. 1911 Alice Monet 19 Mayıs'ta öldü.
1914 Büyük oğlu Jean'nın ölümünden sonra, gelini Blanche Monet'nin yanına taşındı ve ressamın ölümüne dek ona baktı. Fransa, savaş ilan etti.
1915 Monet, 23 x 12 metre boyutlarında yeni bir atölye inşa etti ve burada büyük boyutlu Nilüferler serisi projesine devam etti.
1919 Auguste Renoir öldü.
1921 DurandRuel'in galerisinde büyük bir Monet retrospektif sergisi yapıldı.
1923 Monet neredeyse kör oldu. Geçirdiği katarakt ameliyatının ardından bir gözü açıldı. Görme yetisi biraz olsun düzeldi. Depresyon ve üzüntü içinde büyük boyutlu Nilüferler serisi projesine devam etti.
1926 Claude Monet Giverny'de öldü. Kendisine basit bir cenaze töreni yapıldı.

Frida Kahlo



Frida Kahlo
6
 Temmuz 1907’de Coyoacan, Meksika'da, Macar Yahudisi fotoğrafçı Wilhelm Kahlo ve Kızılderili asıllı Matilde Calderon Gonzales’in dört kızından üçüncüsü olarak dünyaya geldi. Kahlo ilerleyen yıllarda doğumgününü 6 Temmuz 1907 değil de Meksika Devrimi'nin gerçekleştiği 7 Temmuz 1910 günü olarak ilan edecekti. Çünkü yaşamının modern Meksika'nın doğuşuyla başlamış olmasını istiyordu. Ailesiyle birlikte Coyoacan bölgesinde oturdukları evlerinin dış duvarları kobalt mavisi ile boyalı olduğu için "Mavi Ev" olarak anılıyordu. Frida'nın doğumundan kısa süre sonra, annesi hastalanmış ve kızına süt veremeyecek hale gelmişti. Bu dönemde Frida'yı emzirmesi için Kızılderili bir sütanne bulundu. Bu durumun Kahlo'yu etkilemeyeceğini düşünüyorlardı ancak Frida yıllar sonra yapacağı resimlerden birinde sütannesini, Meksikalı yönünün mitik bir şekilde bedenlenmiş hali olarak gösterecekti. Annesini çok nazik, zeki ama aynı zamanda zalim, hesaplı ve fanatik bir şekilde dindar olarak tanımlayan Kahlo'nun babasıyla ilişkileri her daim iyi olmuştu. Günlüğüne babasıyla ilgili olarak yazdıkları, bay Kahlo'nun şefkat ve çalışkanlığın mükemmel bir simgesi olduğu, Frida'nın tüm sorunlarına anlayışla yaklaştığı yönündeydi. 6 yaşında çocuk felci geçiren Kahlo'nun bu sebepten, bir bacağı diğerine göre daha inceydi. Sinirleri etkileyen çocuk felci nedeniyle hastalar solunum zorluğu nedeniyle hayatını kaybediyordu. Frida ise sağ bacağındaki incelme ile kurtulmuştu. Bu yüzden hep uzun etekler giyen Kahlo, kendisine "Tahta Bacak Frida" denmesine oldukça içerliyordu.
Kahlo, üç kızkardeşi olmasına rağmen bir erkek çocuk gibi büyümüş, okul yıllarında da daha çok erkek çocuklarla arkadaşlık kurmuştu. Başarılı bir öğrenci olan Kahlo, yıllarca geçirdiği çocuk felcinin etkisinde kaldı ve bu yüzden tıp eğitimi almaya karar verdi. Mexico City'de Ulusal Hazırlık Okulunun Tıp Eğitimi bölümüne kabul edildiğinde okulun tarihinde bir ilk gerçekleşiyordu. Zira daha önce sadece erkek öğrencilerin kabul edildiği ve Meksika'da prestij sembolü olan okulun, hazırlık sınıfına ilk kabul edilen kız öğrencilerden biri olmuştu. Ulusal Hazırlık Okulu'nda Frida'nın vizyonu genişledi, sanat, edebiyat, felsefe gibi alanlarda kendini geliştirme fırsatı buldu. İleride Meksika'nın önemli isimleri olarak anılacak Alejandro Gomez Arias, Jose Gomez Robleda ve Alfonso Villa, Frida'nın okul arkadaşlarıydı. Anarşist bir edebiyat grubuna dahil olan Frida'nın tüm hayatı geçireceği trafik kazasıyla değişecekti. 17 Eylül 1925 tarihinde, erkek arkadaşı Alejandro Gomez Arias ile birlikte otobüsle okuldan dönen Frida için oldukça sıradan bir gündü. Ancak bindikleri otobüs, bir tramvayla çarpıştı. Çok sayıda yolcunun ölümüyle sonuçlanan kazada Frida çok ağır yaralandı. Yolcuların tutunduğu kalın bir metal çubuk Kahlo'nun karnından vücuduna girmiş ve bel omurlarını zedeleyerek dışarı çıkmıştı. Ayrıca omuz ekleminde çıkık, bazı kaburgalarda ve sağ bacağında kırıklar da oluşmuştu. Yaşama şansı olmadığı düşünülen Frida'ya kaza sonrasında dikkat bile edilmemişti. Kazayla ilgili olarak Frida daha sonra şunları söyleyecekti:
Benim zamanımda otobüsler hiç de güvenilir değildi; henüz yeni kullanıma girmişlerdi ve pek rağbet görüyorlardı. Tramvaylar boşalmışlardı. Alejandro Gomez Arias'la otobüse bindim... Kısa bir zaman sonra otobüs ile Xochimilo hattının treni çarpıştı. Tuhaf bir çarpışmaydı bu; şiddetli değil, ağır ve yavaştı, herkesi sarstı. Beni daha da çok sarstı. Önce başka bir otobüse binmiştik. Ama küçük şemsiyemi unuttuğumu görünce, aramak için indik, beni harabe eden otobüse böylece bindik. Kaza bir kavşakta oldu... İnsanın çarpışmanın farkına vardığı, ağladığı doğru değil. Gözümden bir tek damla yaş akmadı ve demir çubuk, kılıcın boğayı delmesi gibi beni deldi geçti.

Ambulans gelip de Kızıl Haç hastanesine götürüldüğünde, omurgasının, bel bölgesinde üç noktadan kırıldığı, köprücük kemiği ile üçüncü ve dördüncü kaburgalarının da kırık olduğu ortaya çıktı. Frida'nın sağ bacağı on bir yerden kırılmış ve ezilmiş, sol omzu çıkmış, leğen kemiği de üç yerden kırılmıştı. Çelik çubuk karnının sol tarafından girip cinsel organından çıkmıştı ve doktorlar yaşayabileceğinden bile şüpheliydi. Onu parça parça bir araya getirmeleri gerekiyordu. Hastaneden tam bir ay sonra, 17 Ekim 1925'te taburcu edilen Frida'nın aylarca yatalak olabileceği düşünülüyordu. Çok büyük acılar çekmesine rağmen bunu yansıtmayan Frida'nın hayatı korseler, hastaneler ve doktorlar arasında geçiyordu. Omurgası ve sağ bacağında dinmeyen bir acı vardı. 32 kez ameliyat edilen Frida'nın, 1954’te çocuk felci nedeniyle sakat olan sağ bacağı kangren yüzünden kesilecekti. Fotoğrafçı olan babasının işleri ise gün geçtikçe kötüleşiyordu. Frida'nın bakım masraflarını karşılamakta zorluk çeken babası çareyi evin değerli eşyalarını satmakta bulmuştu. Sadece tutkuyla bağlı olduğu piyanosu ve kitapları kalmıştı ve bu dönemde bay Kahlo'nun sara krizleri de sıklaşmıştı.
Tüm gününü yatakta geçiren kızı için kendi elleriyle şık bir karyola yapan bay Kahlo, Frida'yı hayata bağlamak için elinden geleni yapıyordu. Annesi Mathilde ise Frida'nın kendini izleyebilmesi için tavana bir ayna asmıştı. Ancak parçalanmış bedeni ve kendisiyle karşı karşıya kalınca dehşet içinde ilk tepkisini veren Frida, aynadaki kişiyi resmetmeye başladı. Ağrılarıyla başa çıkmak için sürekli olarak resim yapmaya başlayan Frida, ilk portresini ilk aşkı Alejandro'ya armağan etti. Ancak ilişkileri sona ermişti. Ailesinin teşvikiyle resim yapmaya başlayan Frida birçok oto portre resmetti. Artık iyileşmeye başlamıştı, resim onun için büyük bir motivasyon olmuştu. 1927 yılı sonunda yürümeye başlayan Kahlo, bu dönemde sanat ve politika çevreleri ile yakın ilişkiler kurmaya başladı. Küba'lı önder Julio Antonio Mella ve fotoğraf sanatçısı Tina Modotti bu isimlerden ikisiydi. Birlikte davetlere gidiyor, sosyalistlerin tartışmalarına katılıyorlardı ve Kahlo, 1929’da Meksika Komünist Partisi'ne üye oldu.
Resim çalışmalarına devam eden Kahlo, eserlerini takip ettiği ve Meksikalı Michalangelo olarak anılan ünlü ressam Diego Rivera'yla da tanışmak istiyordu. Rivera'nın kendi resimleriyle ilgili fikrini merak eden Frida, ünlü ressamı ziyaret ettiğinde ona aşık oldu ve iki sanatçı, 21 Ağustos 1929’da dünya evine girdi. Bu evlilikle ilgili olarak Frida günlüğüne şunları yazmıştı:
Diego'ya aşık oldum, ailem bundan hiç hoşlanmadı, çünkü Diego bir komünistti ve bizimkiler onu çok çok çok şişman Breughel'e benzetiyordu. Bunun bir fille beyaz güvercinin evlenmesini andırdığını söylüyorlardı. Her şeye rağmen 21 Ağustos 1929'da evlendik. Diego'ya; 'Kızımın hasta olduğunu ve yaşamı boyunca sağlık sorunları olacağını unutmayın. Akıllıdır ama güzel değildir. Bunu aklınızdan çıkarmayın. Her şeye rağmen onunla evlenmek istiyorsanız, rıza gösteriyorum'diyen babam dışında düğüne kimse gelmedi.

Evliliklerinin ilk yılında Frida hamile kalmasına rağmen Rivera'yla yaşadığı sorunlar nedeniyle bebeği aldırdı. 1930 yılında Amerika'ya giden çift, Rivera'nın aldığı duvar resmi siparişleri bitene kadar orada yaşayacaklardı. Ard arda 2 düşük yapan Frida, Rivera'nın başka ilişkileri olduğunu da öğrendi ve çift oldukça fırtınalı geçen evliliklerini 1939 yılında sonlandırdılar. Ancak bir sene sonra, 1940'da yeniden evlenip Frida'nın çocukluğunun geçtiği Mavi Ev'e yerleştiler. Bu dönemde Kahlo sürrealist resmin öncü isimlerinden dostu Andre Breton’un da desteğiyle New York’ta bir sergi açtı ve resimlerinin yarısının satıldığı bu sergide ünlü aktör Edward G. Robinson, Kahlo'nun dört tablosunu satın aldı. Bu sergiyle uluslararası bir ün kazanan Frida, 1939'da Paris'te bir sergi açtı. Picasso ve Kandinsky gibi sanatçıların büyük ilgi gösterdiği sergide; Louvre Müzesi, sanatçının Çerçeve adlı tablosunu satın aldı.
Frida'nın evliliği süresince başka erkeklerle ilişkileri oldu. Rus devriminin önde gelen isimlerinden Lev Troçki ile birlikte olan Frida, Troçki'nin eşinin bu ilişkiyi farketmesi üzerine bu birlikteliği sonlandırmıştı. Troçki’ye düzenlenen suikastın ardından ressam Siqueiros’un arkadaşı olması nedeniyle sorgulanan Frida, Meksika’dan ayrılarak San Fransisco’da bulunan eski eşi Rivera’nın yanına gitmişti. Frida için yaşadıkları tüm sorunlara rağmen Diego'nun anlamı büyüktü, kocasıyla ilgili olarak şunları yazmıştı:
Başlangıç Diego ... Yapıcı Diego ... Çocuğum Diego..Ressam Diego ... Babam Diego ... Oğlum Diego...Sevgilim Diego ... Kocam Diego... Dostum Diego ... Anam Diego... Ben Diego...Evren Diego

Sağlığı sık sık bozulan Frida, bütün gücüyle resim yapıyor, eserlerinin gördüğü ilgi onu çok heyecanlandırıyordu. Ancak çocuğu olmadığı için üzülen sanatçı evcil hayvan besliyordu. 1941'de "Ben ve Papağanlarım" ve 1953'te "Maymunlarla Otoportre" isimli çalışmalarına imza atan sanatçı, aynı yıl 'La Esmeralda' adlı bir sanat okulunda öğretim üyeliğine başladı. Sağlık durumu kötüleşmesine rağmen ders vermeyi sürdüren Frida, 1950 senesinde daha önce olduğu ameliyatlar nedeniyle dokuz ay hastanede yatmak zorunda kaldı. Frida ülkesi Meksika'daki ilk kişisel sergisini ise 1953 senesinde açtı. Aynı yılın temmuz ayında sağ bacağı kesilen Frida'nın başarılarla ve acılarla dolu yaşamı, akciğer ambolisi nedeniyle 13 Temmuz 1954'te sona erdi. Sanatçının ölmeden önce tamamladığı son eser ise "Yaşasın Hayat" isimli natürmort çalışmaydı.

Francisco de Goya





Francisco de Goya

Goya (1746 - 1828)İspanya, 16. yüzyıldan itibaren sanat tarihine önemli isimler sunmuş bir ülkedir. El Greco’nun sanatçı kimliği ve üretimi bu ülkede yoğunlaşmıştır; Zurbaran, Murillo, Ribera ve Velazquez gibi barok dönem sanatçıları bu toprakların çocuklarıdır ve daha da ötesi Goya, insanlık tarihinin en çarpıcı değişim dönemlerinden birine tanıklık etmiş ve bu tanıklıkları fırtınalı iç dünyasından en dolaysız şekilde yansıtarak kendine özgü bir resim dili yaratmış olan bu sıradışı ressam, burada doğmuştur. Goya, kalıpları sorgulayan sanatı ve sanatçı tavrı ile yurttaşı olan ve modern sanatın öncü isimleri arasında yer alan Picasso, Dali, Miro gibi büyük ustaların da habercisi olma niteliğini taşımaktadır.
Goya’nın sanatının biçimlenmesinde hem yaşadığı dönem hem de coğrafya son derece önemli bir rol oynamıştır. 1746 yılında, İspanya’nın Fransa sınırına 75 mil uzaklıkta olan Saragosa kenti yakınındaki Aragon’da dünyaya gelmiştir. Babası bir kuyumcu, annesi ise bir küçük soyludur. Doğduğu yerin Aydınlanma dönemi Fransa’sına yakınlığı ve ailesinde toplumun hem zanaatkar hem de soylu kesiminin izlerinin bulunması, onun sanatının genel karakterini yansıtan başlıca unsurların ipuçlarını vermektedir.
Gençliğinde, barok tarzda resimler üreten ve bu bölgenin en tanınmış ressamlarından biri olan Martinez’in yanında çıraklık yapmıştır. Daha sonra, 1763 yılında San Fernando Akademisi’ne girmek üzere Madrit’e gelmiş, Akademiye girememiş ancak saray ressamı Bayeau ile tanışmıştır. Bu dönemde Madrit’te Anton Raphaél Mengs ve Giambattista Tiepolo gibi farklı sanat anlayışlarına sahip iki ressamı tanıma imkanı da bulmuştur. Her ikisinden de etkilenmiştir. Ancak onu daha fazla etkileyen isim, oğul Domenico Tiepolo olmuştur ve onun insanı ve davranışlarını konu edinen resimlerinin izleri Goya’nın sanatında belirgin bir şekilde takip edilebilmektedir.
1770 yılında, bir yıldan biraz daha fazla bir süre kaldığı İtalya’ya gitmiş ve buradaki ikameti sırasında klasik heykeller ile Domenichino ve Reni gibi İtalyan barok dönem ressamlardan çalışmalar yapmıştır. 1771’de Saragosa’ya dönen Goya, burada bazı yerel kilise siparişleri üzerinde çalışarak 1774’e kadar kalmıştır. Bu sırada saray ressamı Bayeau’nun kızkardeşi ile evlenmiş ve onun aracılığıyla Madrit’e giderek Kraliyet Duvar Halısı Fabrikasını yöneten Alman neo- klasik ressam Mengs’in yanında çalışmaya başlamıştır. Bundan sonraki 20 yıl boyunca halılar için taslaklar hazırlamak üzere çok sayıda sipariş almıştır. Erken halı taslakları, Domenico Tiepolo’nun dekoratif gerçekçiliğinin etkilerini yansıtmaktadır.
Goya bir yandan halı taslakları hazırlarken diğer yandan yaptığı saray çevresinden kişilere ait portrelerle bir portre ressamı olarak ün yapmış ve bazı dini konulu resimler üretmiştir. Bu döneme ait Floridablanca Kontu (1783) ve Prens Don Luis ve Ailesi (1784) gibi örnekler; cesur ve yenilikçi tarzları, dramatik chiaroscuro kullanımları ve resmiyetten uzak havaları ile dikkat çekmektedirler. Bu çalışmalar, aynı zamanda Velazquez’in etkilerini de yansıtmaktadırlar.
Goya’nın saray ve kilise için yaptığı çalışmalar, nihayet 1786 yılında Pintor del Rey yani Kralın Ressamı olarak görevlendirilmesi sonucunu beraberinde getirmiştir. Kralın Ressamı olarak gerçekleştirdiği erken çalışmalardan birisi Osuna Dükü ve Ailesi (1788) adlı resimdir. Dük, bir sanat ve bilim koruyucusu, İspanya Kraliyet Akademisi üyesi ve Madrit’in en tanınmış sanat çevrelerinin ve entelektüel kişiliklerinin katıldığı tertulia adı verilen salonun cömert ev sahibidir. Belirsiz bir mekanın önünde yer alan figür grubu, resmiyetten uzak bir yaklaşım içerisinde ele alınmıştır. Aile büyükleri ve çocuklar arasındaki yakın bağ, ailenin Fransa ve İsviçre’de gelişen yeni pedagojik idealleri savunduklarını kanıtlamaktadır. Osuna’nın kütüphanesinde Rousseau, Voltaire ve Fransız ansiklopedistleri ile Ramon de la Cruz ve Leandro Fernandez Moratin gibi İspanyol yazarların eserleri bulunmaktadır.
1789 Fransız Devrimi’nin akisleri ve saray çevresindeki bu tür aydınlanmacı kişilerle geliştirdiği ilişkiler, Goya’nın giderek daha liberal bir tavrı benimsemesine ve Aydınlanma düşüncesi ile gelişen toplumsal, psikolojik ve zihinsel kavramlarla yakından ilgilenmesine kaynaklık etmiştir.
Bu sırada kariyeri hızlı bir yükseliş içerisindedir. Çok fazla sipariş almaktadır, Nisan 1789’da IV. Carlos tarafından Pintor de Camara, yani Saray Ressamı olarak atanmıştır ve Avrupa’nın en ilerici sanat akademilerinden olan San Carlos Güzel Sanatlar Akademisi’ne seçilmiştir.
Bir yandan sarayla bağlantılı bir ressam olan Goya, diğer yandan Aydınlanma’nın savunduğu eşitlik, özgürlük gibi kavramlarla yüzleşmekte ve bununla bağlantılı olarak İspanyol halkının farklı kesimlerine ilgi duymaktadır. Bu sırada İspanya, siyasi olarak Fransa ve İngiltere gibi ülkelerin gücünden uzaktadır ve ticari ve tarımsal reformları gerçekleştiremediğinden toplumsal dengeler oldukça hassastır.
1793 yılı başlarında Fransa- İspanya Savaşı başlamıştır. Bundan sonraki 30 yıl boyunca İspanya; devrim, savaşlar ve sivil savaşlar, askeri darbeler ve toplumsal ayaklanmalar yaşamıştır. Aydınlanma ve geleneksel kültür arasındaki çatışma, aristokrat- burjuva ve popüler sınıflar arasında ulusal kimlik ve İspanyolluk üzerine süren ideolojik tartışma ve Fransız Devrimi’nin neden olduğu karışıklıklar, İspanya’da halkın yaşamından çıkan yeni kültürel atmosferi körüklemiş gözükmektedir.
Fransa ile savaşın öncesi ve sonrasını kapsayan otuz yıl içinde popüler İspanyol kültüründe önemli bir canlanma olmuş, hayaletler ve ruhlara temellenen duende tiyatrosu, canavarlar ve grotesk unsurlar ile haydutlar ve boğa güreşçilerine dair efsaneler önem kazanmaya başlamıştır. Bu sırada çalışan sınıfın aristokratları olan maja ve majo, farklı tarzları ve kıyafetleriyle İspanyol toplumun her kesimi tarafından kısa sürede taklit edilmiştir. Kısa bir süre sonra İspanya’nın maja ve majo’su barikatlar kurup gerilla savaşlarını sürdürecek ya da yeni demokratik karakter uğruna gürültü koparacaklardır. Bu bir giyim modası ve yaşam tarzıdır belki ama, politik bağları ne kadar aykırı da olsa, halkın tek bir amaç için birlikte hareket etmek üzere organize olmasına yardımcı olmuştur.
İspanya’nın siyasi ve kültürel tarihindeki bu gelişmeler, Goya’yı yakından ilgilendirecektir. Bu sırada sanatçının kişisel tarihinde de bir takım önemli gelişmeler söz konusudur. 1792- 1793 arasında büyük ölçüde sağır olmasına neden olan ağır bir hastalık geçirmiştir. İyileşme sürecinde çok sayıda çizimler üretmiş ve daha sonra bunları baskıya dönüştürmüştür. Ocak 1794’de bakır üzerine basılmış 11 küçük resimden oluşan bir seriyi bitirmek üzeredir. Aralarında Avluda Deliler’in de bulunduğu bu seriyle tanımlanan çalışmalar, Goya’nın sanatında köklü bir değişimi işaret etmektedir. Karanlık, dramatik ve bazen ürkütücü bir imgelem gücü Goya’nın sanatına egemen olmuştur.
1799 yılında tamamladığı bir dizi baskı resimden oluşan Los Capriccios’da Goya, yaşadığı dönemin İspanya’sındaki açgözlülük, ahlaksızlık ve batıniliği ele almıştır. Hem alegorik hem de edebi kaynaklı figürlerle tanımlanan bu resimlerde, yarı gerçek ve yarı doğa üstü bir anlatım görülmektedir. Los Capriccios’da Goya’nın ilgisi artık İspanyol aristokrasisi değil, halktır (pueblo). Bundan sonra sanatındaki başlıca tema pueblo olacaktır.
1790’lı yıllar sona erip, yeni yüzyıla girildiğinde Goya artan bir sıklıkla halkı, popüler İspanyol kültürünün grotesk ve sıradışı figürlerini, duendeleri, cadı ve canavarları ve maja ve majo’yu sunmaya başlamıştır. Goya, kalıtımsal asaleti maja ve majo’nun görünümünde betimlemeyi tercih etmiştir. Sevgilisi Alba düşesi, çıplak ve giyinik maja resimlerindeki kimliği bilinmeyen model ve hatta Şal Giymiş Kraliçe Maria Luisa resminde kraliçenin kendisi, Goya’nın bu yaklaşımından nasibini almışlardır.
Goya, bu sırada portre ressamlığına da devam etmektedir, ancak 1801’de Kral V. Carlos ve Ailesi adlı resmi tamamladıktan sonra, portreye duyulan hoşnutsuzluktan dolayı sarayla arasındaki ilişkilerde soğukluk başlamıştır. Sanat kariyerinin başlangıcından itibaren sürdürdüğü resmiyetten uzak yaklaşımı, bu kez karikatürize edilmiş portreler barındıran bir anlatıma yerini bırakmıştır. İspanyol barok dönem ressamı Velazquez’in Nedimeler’ine göndermeler içeren bu resim, çoktandır entelektüel ilgisini pueblo’ya yöneltmiş olan Goya’nın saraydan ve aristokratik beğeniden kopuşunu simgelemektedir.
1808 yılında Fransa ordularının İspanya’ya girmesi ve tahta Napoleon’un kardeşi Joseph Bonaparte’ın geçmesiyle birlikte, halk Fransız istilacılara karşı ayaklanmış ve 2- 3 Mayıs’ta başlayan ayaklanmalar Joseph Bonaparte tahttan çekilinceye ve İspanya özgürlüğünü kazanıncaya kadar altı yıl boyunca sürmüş ve kanlı olaylara sahne olmuştur.
3 Mayıs 1808, Goya’nın tanık olduğu olayların bir sunumu niteliğini taşımaktadır. 1814 yılında yapılmış olan resimde, Madrit’in dışındaki Pirincipe Pio tepesinde kurşuna dizilen İspanyol ayaklanmacılar anlatılmaktadır. Resim, İspanyol direnişçilerin cesaret ve acılarını ölümsüzleştirmeyi amaçladığı kadar, insanlığın kanlı tarihinin de bir belgesi olma özelliğine sahiptir.
Savaşa dair tanıklıkların yansıması olan bir diğer çalışması ise Savaşın Felaketleri adlı 82 levhalık bir gravür dizisidir. Bu dizi üç grup altında incelenebilir: Savaşın korkunç olayları ve kurbanları; açlık ve ölüm; kabuslar, canavarlar ve grotesk unsurlar..
1819’da geçirdiği ciddi bir rahatsızlıktan sonra, Madrit dışında halk arasında La Quinta del Sordo olarak bilinen malikanesine çekilmiş olan Goya, burada evinin iki salonunun duvarlarına 14 sahneden oluşan Kara Resimler’i yapmıştır. Sahneler genellikle koyu renk bir zemin üzerine işlenmişlerdir. Bunlar arasına en tanınmış sahne Çocuklarını Yiyen Satürn adlı resimdir:

“...karanlıklar içindeki yaşlı tanrı kendi öz oğlunu yemektedir çünkü çocuklarından birinin onu devirip yerine geçeceğinden korkmaktadır. O insanı kendi kendisinin en büyük düşmanı yapan herşeyin, sadece kötülüklerin ve zulmün değil ama aynı zamanda cehalet, şüphe, korku, hırs ve zayıflık gibi niteliklerin de özümsenmesidir.”
Yaşamının son döneminde daha önce denemediği bir teknik olan litografi üzerine çalışmalar da yapmıştır. Bu dönemde ilerlemiş yaşına karşın, ülkesindeki baskı rejimine dayanamayarak 1825 yılında Fransa’ya gitmiş ve burada kısmen huzur içinde geçirdiği üç yılın ardından hayata veda etmiştir

René Magritte


René Magritte


Annesi Regina Magritte ile tüccar babanın en büyük oğlu olan Rene, 21 Kasım 1898 yılında Lessines’de doğdu.
1915’de kolejden Brüksel Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki kurslara devam etmek için ayrıldı.
1920 yılında on üç yaşında tanıdığı Georgette Berger ile karşılaştı ve askerliğini yaptıktan sonra evlendi. Bir süre duvar kağıdı fabrikasında çalıştı, çizimler yapıp motifler üretti.
Bu tarihlerde Belçikalı sürrealistlerden Goemans, Lecomte, Mesens ve Nouge ile tanışma fırsatını yakaladı. 1921’de Servranckx’la birlikte soyuk resme girdi.
1925 yılında ilk sürrealist çalışması Kayıp Joker'i yaptı. Ayrıca bu yıllarda Mesens ile birlikte ancak bir sayı yayınlanan “Oesophage1” adlı dergiyi çıkardı.
1927’de Brüksel’deki Centaure Galerisi'nde yapıtları sergilenmeye başlandı. Bu sanat galerisinin desteğini alarak bütün zamanını resme ayırdı. 

Bu yıllarda Münzevi Yolcunun Düşünceleri, Büyük Yolculuklar , Saldırı Tehdidi ve Popüler Panorama adlı yapıtlarıyla gerçek üstücülüğü benimsedi.
Magritte, Perreux sur_Marne’a yerleşti ve yeni bir döneme girdi. Tehdit Eden Zaman(1928), Sürekli Devinim(1930)ve İnsanlık Durumu(1934) bu dönemin önemli resimleriydi.
1936 yılında Magritte’nin ünü New York’ta Julian Levy’de Mesens’in Londra Galerisi’nde düzenlendiği sergiyle Mans Denizi’ni geçti.
I.Dünya Savaşı yıllarında sürrealistlerin tümü Amerika’ya gittiği halde Magritte Belçika’da kaldı. 1940-1946 yılları arasında Renoir dönemini yaşadı.
Belçika komünist partisiyle uyuşması ve devrimci sürrealist eylemlerine katılması savaştan sonra Breton’la birleşmesini önledi.
Magritte 1952-1957 yılları arasında kendi dergisi olan Carte d’apres Nature’ü ve 1961-1964 yılları arasında da Rnetorıque dergisini yayınladı.
1953 yılında Londra, New York, Paris ve Roma’da sergiler açtı. Bu sergilerden sonra ünü alabildiğine arttı.
1956’da Belçika için Guggenheim Ödülünü kazandı. Bu başarının ardından daha sık sergiler açmaya başladı, Pop Art’ın genç ressamları tarafından büyük usta olarak kabul edildi.
Charleroi’daki Güzel Sanatlar Sarayı’nda Büyülü Ülke adını verdiği büyük bir duvar resmi yaptı.
Magritte, 15 Ağustos 1967 yılında Brüksel’de hayatını kaybetti. Gerçeküstü resmin en önemli temsilcilerinden olan sanatçı, ölümünden kısa bir süre önce birkaç heykel deseni çizdi. Bunlar bronza dökülerek 1968 yılında Paris’te sergilendi.
Önemli Yapıtları: Münzevi Yolcunun Düşünceleri, Kayıp Jokey, Saldırı Tehdidi, Popüler Panorama, Şifacı, Kutup Işını, Vesta’ya Sunulanlar, Sürekli Devinim, İnsanlık Durumu, Tecavüz, Yatak Odasında Felsefe, Mükemmel Gemi, Büyük Aile, Büyülü Ülke, Pencere ve Kuka, Seçilmiş İlişkiler, Erkeğin Oğlu, Kurtarıcı, Aşk Şarkısı, Ruh Özgürlüğü, Alexander’ın İşçileri.

Salvador Dali







Salvador Dali

11 Mayıs 1904'te Figueres, Catalonia, İspanya'da dünyaya geldi. O doğmadan dokuz ay önce menenjit sebebiyle hayata gözlerini yuman ağabeyinin adı da Salvador'du ve anne babası ağabeyinin Salvador'un bedeninde yeniden dünyaya geldiğine yani reenkarnesi olduğuna inanıyorlardı. Dali daha sonraları bununla ilgili olarak şunları söyleyecekti:  
Doğar doğmaz tapınılan bir ölünün ayak izlerinden yürümeye başladım. Beni severken hala onu seviyorlardı aslında. Belki de benden çok onu.. Babamın sevgisinin bu sınırları yaşamımın ilk günlerinden itibaren çok büyük bir yara oldu benim için.
Bu farkındalıkla yaşamakta zorlanan Dali'nin tüm davranışları ailesinin dikkatini çekmek üzerine odaklıydı. Dali'nin kızkardeşi Ana María'nın da dünyaya gelmesi durumu değiştirmedi. Zaman geçtikçe farklılığını ifade etme isteği daha dayanılmaz hale geliyordu.
Çocukluğunda, ileride FC Barcelona futbolcularından olacak Sagibarbá ve Josep Samitier'le çok iyi arkadaş olan Dali, Cadaqués'te geçirdiği tatillerde iki arkadaşıyla futbol oynamayı çok seviyordu.
1916'da resim okuluna kaydolan Dali'nin bir yıl boyunca yaptığı karakalem çalışmaları babasının desteğiyle evlerinde sergilendi. İlk resmi sergisi ise 1919'da Figueres'teki Municipal Theater'da açıldı. Dali'nin öğretmeni iyi bir ressam olan Juan Núñez'di. Dali, Catalan empresyonist ve realistlerini tanıdıktan sonra kübizm akımını ve Juan Gris'i de keşfetti.
Dali 1921'de annesini göğüs kanserinden kaybettiğinde henüz 16 yaşındaydı. Bu büyük travmanın üstesinden güçlükle gelmeye çalışan Dali'nin babası, merhum eşinin kız kardeşiyle evlendiğinde, bilinenin aksine Dali bu duruma içerlemedi. Zira teyzesine de oldukça düşkündü. Dali, Figueres Belediyesi Sanat Okulu'nda eğitim gördüğü dönemde Miguel Angel, El Greco, Velazquez, Leonardo, Goya ve hayran olduğu diğer ressamların makalelerinin yer aldığı 'Studium' dergisinde de çalıştı.
1922'de Madrid'e taşınıp, San Fernando School of Fine Arts'a kaydolan Dali, burada gerçekleştirdiği kübist çalışmalarıyla büyük ilgi gördü. Hayatı boyunca etkileneceği dadaist akımıyla da o yıllarda tanışan Dali, şair Federico García Lorca ve film yapımcısı Luis Bunuel'le yakın arkadaştı. Okulda onu sınava tabii tutacak yetenekte kimsenin olmadığını söylediği için yönetimle arası açılıp, final sınavlarından çok kısa bir süre önce okuldan atılan Dali, Basket of Bread isimli çalışmasında dehasını ortaya koymuştu. O yıl Paris'e ilk ziyaretini gerçekleştirdiğinde Pablo Picasso'yla tanışma fırsatı bulan Dali, ressamdan çok etkilendi ve bu etkilenimleri o dönemde yaptığı çalışmalarına da yansıdı.
Resimdeki yeteneği açtığı sergilerle tescillenen ve Barcelona'da büyük ilgi gören Dali, ilgilendiği akımları bazen tek tek bazen de tümünü kombine ederek resimlerinde kullanıyordu. Daha çok avantgard ve deneysel bir tarzı olsa da resim sanatının temelleriyle de ilgileniyordu. Gösterişli bıyığı Dali'nin karakteristiklerinden biri olmuştu, zira Dali fiziksel görünüşü itibariyle 17. yüzyıl İspanyasının en önemli ressamlarından biri olan Diego Velázquez'tan oldukça etkilenmişti. Günlük yaşamı; entelektüel bir söylemin ve lüks bir yaşamın çevresinde dönen ressamın, kadınlar pek ilgisini çekmiyordu. Ancak bu durum kısa bir süre sonra değişecekti.
1929'da film yapımcısı arkadaşı Luis Buñuel'le birlikte Un chien andalou isimli ilk gerçek üstü kısa film için ortak bir çalışma yürüttü. Aynı yıl sürrealist şair Paul Éluard'ın eski eşi Gala'yla tanışan Dali, onunla büyük bir aşk yaşamaya başladı ve o andan itibaren Gala; Dali için bir âşık, bir arkadaş, esin perisi ve resimleri için de model oldu. O yıllarda oldukça önemli profesyonel sergiler açan Dali, yaratıcılığıyla büyük övgü alıyordu. En önemli çalışmalarından biri olan The Persistence of Memory isimli tablosunu 1931'de tamamlayan Dali, 1929 yılından itibaren birlikte yaşadığı Gala'yla 1934'te dünya evine girdi. Tarihçi Alexandre Deulofeu'yla da o yıllarda tanıştı ve yakın arkadaş oldu. 30’lu yılların başında Paris’te katılmış olduğu sürrealist hareketten, kısa bir süre sonra dik başlılığı ve asi kişiliği nedeniyle dışlanan Dali, bu süre içinde kendisini sürrealizmin en büyük temsilcilerinden biri haline getirecek olan Büyük Mastürbasyoncu, Seksapel Görüntü ve Hüzünlü Oyun isimli eserlerine imza attı.
Yine 1934'te tablo alıp satan Julian Levy tarafından Amerika'ya tanıtılan ressam, New York'ta da bir sergi açtı. Birkaç İspanyol entelektüelle birlikte İspanyol Sivil Savaşı'ndan sonra başa geçen Francisco Franco'yu destekleyen Dali, sürrealist arkadaşlarınca küçük burjuvaya dönüşmekle suçlanır olmuştu. Bununla ilgili;
Beni Marksizm bir parça bile ilgilendirmiyordu. Politika bir kansere benziyordu.
açıklamasını yapan Dali, politik görüşüyle ilgili olarak daha önce de şunları söylemişti:
Her zaman anarşist ve aynı zamanda da monarşisttim. Her zaman burjuvaziye karşıydım ve hala da öyleyim. Gerçek kültürel devrim monarşist prensiplerin restoresiyle mümkündür.

1936'da Londra'da Stefan Zweig onu Sigmund Freud'a tanıttı ve aynı yıl New York Moma'da "Fantastic Art, Dada and Surrealism" sergisine katıldı. Sergiye dalgıç kıyafetleri içinde ve tasmalarından tuttuğu iki tazıyla gelmesi Dali'nin insanın gerçek bir düş dünyası yaratması ve bunu yaparken aklını denetim altında tutup iradesini bilinçli olarak bir süre askıya alması gerektiğiyle ilgili düşüncelerini de destekler nitelikteydi. Dali daha sonra Time dergisine kapak oldu.
İkinci Dünya Savaşı başlar başlamaz eşi Gala'yla birlikte Amerika'ya giden Dali, 8 yıl boyunca orda yaşayacaktı. 1942'de otobiyografisi The Secret Life of Salvador Dalí'yi yayınladı.
Virginia, Pebble Beach, California ve New York St. Regis Hotel'de geçirdikleri yıllardan sonra çift 1949'da yeniden İspanya'ya döndü. Dali, Andre Breton'ın sürrealizmin kırkıncı kutlama yılı için organize etiği Homage to Surrealism isimli sergide Joan Miro, Enrique Tábara ve Eugenio Granell'le birlikte resimlerini sergiledi. 40’lı yıllarda, Kızarmış Bacon ve Yumuşak Otoportre, Ekmek Sepeti, Atomik Leda ve Portlligat’lı Madonna gibi çok önemli yapıtlarını sanatseverlerle buluşturan Dali, döneminin en ünlü ressamlarından biri haline geldi. Ressam 1946'da Alfred Hitchcock'un Spellbound filminde bir dizi rüya sahnesi için sahne tasarımı da yaptı. O dönemin yıldızı yeni yeni parlamaya başlayan sanatçılarından Andy Warhol, Pop Art'ın ortaya çıkmasında Dali'nin büyük etkisi olduğunu açıkladı. Matematiğe ve fiziğe de büyük ilgisi olan sanatçı, çalışmalarında geometrik öğeleri de kullanıyordu.
1950’lerde, “Yansıtma ve Derinleşme Üzerine Paranoyak – Eleştiri” metodunu geliştiren ressamın eserlerinin büyük bir çoğunluğunun konusunu din, tarih ve fen bilimleri oluşturuyordu. Bu yıllar içerisinde Cristo de San Juan de la Cruz, Galatea de Las Esferas, Corpus Hipercubicus, Amerika’nın Kristof Kolomb Tarafından Keşfi ve Son Yemek gibi çok tanınan yapıtlarını verdi.
1960 yılında doğduğu yer olan Figueres'de en büyük projesi olan ve 1974 yılına kadar uğraş vereceği Dali Tiyatrosu ve Müzesi'ni kurmak için kollarını sıvayan Dali, ünlü lolipop markası Chupa Chups'un da logosunu hazırlamıştı. 1969 yılında yapılan eurovizyon şarkı yarışmasının tanıtımlarından ve sahne düzeninden de sorumlu olan ressam, Gerona'da Pubol Şatosu'nu satın aldı ve içini yenilemeye başladı.
60’lı yıllarda, Los Angeles (1964), New York Modern Sanatlar Müzesi (1966), Rótterdam (1974), Dalí Cleveland Müzesi (1971), París George Pompidou Merkezi (1979), Londra Tate Gallery (1980), Madrit Çağdaş Sanatlar İspanyol Müzesi (1983), Barselona Pedralbes Sarayı (1983) gibi dünyanın en büyük sanat merkezlerinde Dali’nin geniş çaplı antolojik sergileri sanatseverlerle buluştu.
Sadece resim sanatında değil güzel sanatların birçok alanında da yapıtlar veren Dali şaşırtıcı ve olağanüstü projeleri de hayata geçirdi. Ressam, bir smokini, içinde filtre bulunan likör kadehleriyle kaplayarak gerçekleştirdiği çalışmaya Afrodizyak Ceket adını vermişti. Daha sonra ahize yerine kabuklu hayvan kullandığı Istakoz Telefon’u icat etti. Çekmeceli Milo Venüs isimli eserinde ise ünlü heykeli çekmeceli gülünç bir mobilyaya dönüştüren Dali, memeler, göbek ve dizlerle mobilyanın kulplarını oluşturmuştu. Bu çalışma daha sonra mobilyacılık ve mücevhercilik alanında üretilen birçok lüks eşyaya da uygulandı. Breton tarafından Fransızcada dolar düşkünü anlamına gelen "Avida Dollars" anagramıyla sürekli olarak eleştirilen Dali, yapıtlarını bir meta olarak ortaya koyduğu için "Sanat için sanat" düşüncesini yıkmaya çalışmıştı. Amacı sanatın, hayatın her alanını doğrudan doğruya ilgilendiren bir yaşam biçimi olduğunu göstermekti.
Robert Descharnes ile birlikte Dantelacı Kadının ve Gergedanın İnanılmaz Öyküsü’nü yöneten Dali, 1978'de Yukarı Moğolistan’dan İzlenimler (Impressions de Haute Mongolie) adıyla deneysel bir de film çevirdi.
1982 yılında tek aşkı Gala'nın ölümünün ardından Dali büyük bir travma geçirdi ve sağlığı da gitgide bozulmaya başladı. 1984'te İspanya'daki şatosunda çıkan yangından sonra rahatsızlığı iyice artan Dali, son yıllarının bir kısmını Pubol'daki şatoda, bir kısmını da kendi kurduğu Tiyatro Müzesi'nin yanındaki Torre Galatea'daki özel odasında inzivada geçirdi. Salvador Dali 23 Ocak 1989'da Figueras hastanesinde, 84 yaşındayken hayata gözlerini yumdu ve Figueras'daki müzesine hâkim olan dev kubbenin altına gömüldü.
Dali tüm varlığını ve koleksiyonunu İspanya devletine bırakmıştı.




Pablo Picasso



Pablo Picasso
Picasso


Pablo Picasso (25 Ekim, 1881 – 8 Nisan, 1973) 20. yüzyıl sanatının en iyi bilinen ustalarından biridir. Georges Braque ile birlikte Kübizm akımının mimarıdır.
Tam ismi Pablo Diego Jose Francisco de Paula Juan Nepomuceno Crispin Crispiniano de la Sentissima Trinidad Ruiz Blasco Picasso y Lopez'dir. Picasso 25 Ekim 1881' de Malaga, İspanya’da doğar. Resim yapmaya sekiz yaşında başlar. 1895'te Barselona Güzel Sanatlar Okulu'na girer. 1901' den itibaren anne soyadı olan Picasso'yu kullanmaya başlar.


Mavi Dönem
1901-1903 yılları Picasso'nun mavi dönemi olarak adlandırılır. Arkadaşı Carlos Casagemas intiharıyla başlayan bu dönemde, Picasso, tablolarında mavi rengi egemen olarak kullanmıştır. Bu dönem tablolarında yaşlılık, fakirlik ve ölüm temaları işlenmiştir. Daha çok Fakirler, dilenciler ve körler tasvir edilmiştir: Dama en Eden Concert (1903), La Vida (1903), Las dos hermanas (1904).


Pembe Dönem
Picasso, 1904'te Paris'e yerleşir. Burada ilk eşi Fernande Olivier'yle tanışır. Dönem adını tıpkı mavi dönemde olduğu gibi, pembe ve tonlarının yoğun kullanımından alır. İşlenen temalar daha çok melankolik ve duygu yüklüdür; bu dönem tablolarında sirk dünyasına da ratlanır. Picasso, bu dönemde renkten çok çizgi ve desen kullanımına önem verir.


Kübizm
1907'den 1914'e kadar kübist olarak adlandırılan tarzda tablolar yapar. Kübist tabloların genel özelliği, geometri ve geometrik şekillerin kullanılmasıdır. Resmedilen nesneler geometrik formlar oluşturacak şekilde basitleştirilmiş yahut geometrik şekillere bölünmüştür. Kübizmin bir diğer özelliği de uzaydaki(3 boyutlu) bir cismi iki boyutlu yüzeye aktarma çabasıdır. Bu amaçla Picasso, şekilleri yanal yüzeylerine bölüştürüp her birini iki boyutlu yüzeyde göstermeye çalışır. Yine bu nedenden portrelerindeki insanların hem profili hem de önden görünüşü görülmektedir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Picasso, Jean Cocteau ile beraber Roma'da kalır. Burada sahne dekoratörü olarak çalışırken dansçı Olga Kokhlova'yla tanışır. Picasso ikinci eşi olan Olga Kokhlova ve oğlunun birçok portresini yapmıştır. (Paul en Pierrot, 1925, Picasso Müzesi, Paris) 1920'li yılların başında ressam klasisizme geri döner: Trois Femmes à la fontaine (1921, Modern Sanat Müzesi, Paris). Ayrıca mitolojiden de esinlenir: les Flûtes de Pan (1923, Picasso Müzesi, Paris).
Picasso tanınan en üretken sanatçıdır. Guiness Rekorlar Kitabı'na göre, 13,500 resim, 100,000 baskı, 34,000 kitap resmi, ve 300 heykel ve birçok seramik ve çizim üretmiştir. 1973'de eserlerinin toplam değerinin 750 milyon dolar olabileceği tahmin edilmiştir.
Bir genelevdeki beş fahiseyi gösteren ve Kübizm akımının en önemli örneklerinden biri olarak görülen ünlü eseri Les Demoiselles d'Avignon, Fransa'da 1907 yazında çizilmiştir.
En tanınmış eseri Alman ordularının Guernica kasabasını bombalamasını anlatan Guernica adlı eseridir. Resim 1937'de yapılmıştır. Bu resim şu anda Madrid'de Reina Sofía Müzesinde bulunmaktadır. Picasso, bir sergisi sırasında kendisine, "bu resmi siz mi yaptınız" diye soran bir Alman generaline, "Hayır, siz yaptınız" cevabını vermiştir.


Eserleri
  • İlk Komünyon (1895-1896)
  • Dağınık Saçlı Otoportre (1896) Picasso Müzesi (Barselona)
  • Kısa Saçlı Otoportre (1896), Picasso Müzesi (Barselona)
  • Otoportre (1899-1900)
  • Otoportre Yo, Picasso (Bahar 1901), özel koleksiyon (New York)
  • Maternidad, Picasso (1901)
  • Otoportre : Yo (1901), John Hay Whitney Koleksiyonu (New York)
  • Kafede (1902)
  • Otoportre (1901), Picasso Müzesi (Paris)
  • Madame Soler (1903), Pinakothek der Moderne, Münih
  • Dama en Eden Konserinde (1903)
  • La tragédie (1903)
  • Hayat (1903)
  • Jaime Sabarté'nin Portresi (1904)
  • Harlekin, otururken (1905)
  • Les Saltimbanques (1905)
  • Gertrude Stein'in Portresi (1906)
  • Genç Adam Kafası (1906)
  • Kadın Kafası (1906)
  • İki Nü (1906)
  • Otoportre (bahar 1906), Gellman Koleksiyonu (Meksika)
  • Otoportre (été 1906), özel koleksiyon
  • Paletli Otoportre (Yaz/Güz 1906), Philadelphia Museum of Art (Filadelfiya)
  • Denizci, Sigara Sararken (1907)
  • Otoportre (été 1907), Národni Gallery (Prag)
  • Avignon'lu Kadınlar (1907), Museum of Modern Art (New York)
  • Sarı Nü (1907)
  • Elmalı ve Armutlu Meyvalı Kup (1908)
  • Vadideki Evler (Horta de Ebro-1909)
  • Georges Braque'ın Portresi (1910)
  • Viyolon (1912)
  • Sandalyeli Natür Mort (Bahar 1912), Paris
  • Gitar ve Gazete (1916)
  • Olga Kokhlova (1917), Picasso Müzesi (Malaga)
  • Yıkananlar (1918)
  • St. Raphael'de Bir Pencere Önünde Natür Mort (1919)
  • Sisley Ailesinin Portresi (1919)
  • Yıkananlar (1920)
  • Üç Müzisyen (1921), Museum of Modern Art (New York)
  • Annelik (1921-1922), Picasso Müzesi (Malaga)
  • Beyaz Bereli Paulo (1923), Picasso Müzesi (Málaga)
  • Paul en Arlequin (1924)
  • Şarlotlu Natür Mort (1924), Centre Georges-Pompidou'dan çalındı (Paris)
  • Okuma (1932)
  • Minotauromachie (1935)
  • Okuyan Kadın (1935)
  • Guernica (1937)
  • Yeşil Çoraplı Kadın Portresi (1938), Picasso Müzesi (Malaga)
  • Kolları Kafasının Arkasında Kadın Büstü, (1939), Picasso Müzesi (Malaga)
  • Sarı Hırka (1939)
  • Koltukta Oturan Kadın (1946), Picasso Müzesi (Malaga)
  • Kore'de Katliam (1951)
  • Bayan Z ya da Çiçekli Jacqueline (1954), Özel koleksiyon
  • Sandalyede Jacqueline (1954), Paris Pinakoteği
  • Oturan Jacqueline (1954), Picasso Müzesi (Málaga)
  • Türk Giysili Jacqueline (Nisan 1955), Özel koleksiyon
  • Oturan Jacqueline (1955)
  • Oturan Adam (Otoportre-1965), Özel koleksiyon
  • Yıkanan Kadın (1971), Picasso Müzesi (Malaga)
  • Otoportre (30 haziran 1972), Fuji Television Gallery (Tokyo)
Avignon'lu Kadınlar (1907)

Vincent van Gogh




Vincent van Gogh
Vincent Van Gogh, bir papazın oğlu olarak 1853 yılında Hollanda’nın güneyinde bir köyde dünya’ya geldi. 19.yüzyılın yazgısı en trajik sanatçılarından biri olan Van Gogh, içinde sürekli bunaltılar yaşar ve hiçbir işe yaramadığına olan inancı, bir şeyler yapma, bir çıkış bulma isteğidir bunaltılarının nedeni. Acı çeker, mutsuzdur, huzursuzdur ve yalnızdır ama resimleriyle neşe ve sevinç uyandırmak istemiş, acıları sevince, hüzünleri neşeye ve yalnızlığı birlikteliğe döndürmeye çalışmıştır.


İnsanların yalnızlık, hüzün ve acı içindeki hallerinden etkilenip bunları da resimlerinde yansıtmıştır. Acı çekenlere ilgi duymuştur; içinde yaşadığı dünyada kendisini uyumsuz hisseden bütün melankolikler gibi. Mutsuz olması yalnızlığındandır. Hiçbir zaman hiçbir şeyi başaramayacağına olan inancı, kendisinden kuşku duyması, trajik yazgısı, yaşamına son vermesidir onu melankolik yapan.


Dünyada kendisini alçalmış, sevgilerden uzaklaşmış görmüştür Van Gogh. Yararsızlığının kendi elinde olmadığını, yazgının çizdiği olaylar dizisi sonucu bir kafese tıkıldığını, bir şeyler yapmak istediğini ama bunun yolunu bulamadığını yazar Theo'ya mektuplarında. Daha sonra yapacağı işi bulmuş ve kendini tamamıyla ona adamıştır büyük bir coşkuyla.
"Acı duymak gülmekten iyidir, zira acı insanın yüreğini arıtır. İnsanları diri diri gömercesine kilitleyip çevrelerinde duvarlar örenin ne olduğu bilinmez ama yine de bir takım duvarların, tel örgülerin, demir parmaklıkların varlığı hissedilir. Bütün bunlar bir kuruntu, bir hayal midir? Sanmıyorum. Ve insan kendi kendine sorar; Tanrım bu uzun süreli mi, temelli ve herkes için geçerli olan bir ebediyet midir?"
İlk dönem karakalem çalışmalarında maden işçilerini, köylüleri ele almış, patates yığınları, dokuma tezgahı gibi konuları işlemiş bir yandan da kasvetli gökler ve koyu renklerle iç karartıcı manzaralar resmetmiştir. Patates Yiyenler tablosu bu kasvetli ve iç karartıcı dönemini simgeler ( Vincent Van Gogh Museum, Amsterdam). 1885 tarihli resimde iç mekanda günlük yaşam konu edinilmiştir. İşçiler kendi ektikleri patatesleri paylaşarak yerken gösterilmişlerdir. Tek ışık kaynağı yukarıdan sarkan bir lambadır. Lambanın ışığı patatesleri aydınlatır. Resmin genelinde aynı renk ve tonlar hakimdir. Yeşilin ve kahverenginin koyu tonları. Patatesin tozlu rengini elde etmeye çalışıyordu. Bütün resme hakim olan renk yabani patates rengiydi. Resmin kasvetli ve karanlık görünümü ve insanların yüzleri, yoksulluğu melankolik bir atmosfer yaratıyor. Bu tür insanları gözlemleyen Van Gogh da yoksulluğun ne demek olduğunu biliyordu Bu dönemlerde kardeşine yazdığı bir mektupta " Böyle devam ederse hedefime varamayacağım. Bu kadar uzun zaman aç kalmasaydım bünyem daha kuvvetli olurdu. Fakat her seferinde daha az çalışmak ya da aç kalmak şıklarından birini seçmem gerektiğinde ben hep aç kalmayı tercih ettim. Bir insan buna nasıl dayanabilir? Açlığın etkisini resimlerimde öylesine görebiliyorum ki geleceğim için kaygılanıyorum".

1882 tarihli Hüzün adlı taşbaskısında oturan çıplak bir kadın tasvir edilmiştir (Vincent Van Gogh Museum, Amsterdam). Kadının başı dizine doğru eğilmiştir ve kolları arasında kalmıştır. Koyu renk uzun saçları çıplak sırtından aşağıya dökülmektedir. Saçlar ten rengiyle kontrast oluşturur. Figürün dış hatları belirginleştirilmiştir. Kolları arasında kalan yüzü görülmez ama büyük ihtimalle ağlamaktadır ya da üzgün bir ifade içindedir. Tek başına bırakılmış, çaresiz bir durumu vardır. Kederleriyle birlikte yapayalnızdır, itilmiştir. Kederin dokunaklı bir ifadesine tanık oluyoruz. Buradaki kadın Van Gogh'un birlikte yaşadığı alkolik, gebe ve fahişe Sien'dir. Bu resmin bir de karakalemle yapılmış deseni vardır.

Van Gogh'un 1890 yılında Sonsuzluğun Eşiğinde - 1890- adlı resminde de yine kederler içindeki bir insanın tasviri vardır (Rijksmuseum Kröller Muller, Otterlo ). Resimde sandalye üzerinde oturan mavi pantolon ve gömlekli yaşlı bir adamın derin acısı yansıtılmıştır. Yaşlı adam yumruk yaptığı elleriyle yüzünü kapamış, dirseklerini bacaklarının üzerine dayamış ve öne doğru eğilmiştir. Gözleri ve yüzü görünmüyor ama o da ağlamaklı ve yıkılmış bir durumdadır. Yine aynı yıl yaptığı Doktor Gachet'in Portresi -1890- adlı resimde de masaya dirseğini dayamış oturan bir adam görülür (Musee du Jeu de Pavme,Paris). Beyaz kasketli figürün yumruğu yanağında be başını destekler. Düşünceli ve kederli görünümlü Doktor Gachet'in kendisine sinirli olduğu kadar hasta göründüğünü de belirtir Van Gogh. Figürün yüzünde melankoli, hüzün, çaresizlik ve umutsuzluk hakimdir. Bu hüzün resmin her yanına yayılır. Bütün renkler ve çizgiler bu melankolik atmosfere uyar. Figürün çizgileri kasvetli görünümü izler ve bu duygusal ruh halini açığa vurur. Üzerindeki lacivert ceket ve arka planın koyu mavi rengi ve yüzün solgunluğu ifadeyi güçlendirir.
Ren Nehrinde Yıldızlı Bir Gece -1888- adlı manzarasında yıldızlı gecenin tasviri göz kamaştırıcıdır. Işık saçan yıldızlar, kıyıdan denize vuran yapay ışıklar ve lacivertle mavi tonları resmin bütününe yayılır. Ön planda yürüyen bir çift görülür. Buradaki ve başka resimlerinde görülen çiftlerden erkek olanı kızıl saçlı olarak tasvir edilmiştir. Hayatı boyunca yalnız olan ressam gerçek hayatta asla bulamadığı eşini resimlerinde hep yanında çizmiştir. Figürler manzarada çok küçüktür ve yüzleri seyredene dönüktür. Bir mektubunda " Gece manzaralarını ve gece ortamının özelliklerini, gecenin gerçek karanlığı içinde ve yerinde tuvale aktarma sorunu beni her taraftan kuşatmakta" diye yazmıştı. Gökyüzündeki yıldızlara gitmek için ölümün bir araç olduğunu belirtir. Ölümle ulaşılan yıldızların erişilir olabileceğini düşünüyordu. Gece karanlıktır, korkudur, ölümdür, uykudur, yalnızlıktır, hüzündür.

van Gogh resimde kendini yaşamdan koparıp alacak yolu arıyordu. Coşkusunu, içinde kopan fırtınaları, hüzünleri, aşırı hislerini portrelerine yansıtan ikinci bir ressam daha yoktur. Kendisiyle sürekli hesaplaşan, bir türlü emin olamayan, bir başkasının eline bakmaktan dolayı sürekli ezik ve hassas olan ama gittiği, inandığı yoldan vazgeçmeyen, çevresindekiler tarafından anlaşılamamış bir Van Gogh. Acılarıyla, mutsuzluğuyla, huzursuzluğuyla, arayışları, hırsı, coşkusu, sonsuz yalnızlığı, sevgiye açlığı, yoksulluğu, yaptığına duyduğu saygı, kısa yaşantısına sığdırdığı onca yapıtı, erkek kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplar, hastalığı, krizleri, bir tas çorba ile boya tüpü arasındaki seçimleri onu Van Gogh yapanlar. "Çoğu zaman 30 yaşında olduğuma inanamıyorum. Çok daha yaşlı hissediyorum kendimi. En çok beni tanıyanların çoğunun bana 'rante' gözüyle baktıklarını düşündüğümde ve bazı şeyler değişmezse belki de haklı çıkacaklarına inandığımda içim kararıyor, sanki bu şimdiden gerçekleşmişçesine bir umutsuzluğa kapılıyorum"
Bulutlu Göğün Altındaki Buğday Tarlası -1890-resmi için "bunlar kasvetli gökyüzünün altında uzanan uçsuz bucaksız buğday tarlaları...derin kederi ve sonsuz yalnızlığı ifade etmekte zorlanmadım" diye yazar Theo'ya mektubunda. (Vincent Van Gogh Museum, Amsterdam). Ancak ona göre üzüntü ve üzgün yine de iyileştiricidir ve neşelidir. Resmin yarısından çoğunu kaplayan koyu mavi tonların hakim olduğu gökyüzü altında sarılar ve yeşiller beyazlarla ışıklandırılmış tarlalar uzanmaktadır. Önde birkaç küçük gelincik başı vardır. "Kanımca somurtkan yeşil renkler toprak rengi tonlarıyla iyi bir uyum içinde; bunda sağlıklı ve bu yüzden itici bulmadığım bir üzüntü havası var"

Buğday Tarlası ve Kargalar ' da -1890-yine kasvetli ve karanlık bir gökyüzü tasviri vardır (Vincent Van Gogh Museum, Amsterdam). Van Gogh bu resimle de yine kederini ve aşırı yalnızlığını iletmeye çalışmıştır. Geniş tarladan üç ayrı yol ayrılır. Seyreden resmin köşesinde veya tarlada patikanın sonunun ve ufkun nerede olduğunun bilinmezliğiyle sarsılır. Geniş açık tarlaların normal perspektif kurgusu tersine dönmüştür. Çizgiler resmin önünde buluşmak için ufuktan kaçar. Vincent bu resmi yaparken önünde malzemeleriyle ufka doğru yükselen iki yolun böldüğü buğday tarlasının - üçüncü yol resmin sağ alt köşesinde kalmıştır- karşısında yere çökmüş ve önce sola sonra sağa iki kez ateş etmişti. Kara kuşlar ölümü çağrıştırır. Fırtınalı alçak gökyüzünde uçuşan kargalar ve gökyüzünde belirgin mor fırça vuruşları izleyende yalnızlık ve keder duygularını uyandırır. 29 temmuz 1890 da kendini vuran Van Gogh iki gün sonra ölmüştür. Ölümünden sonra üzerinde bulunan kardeşine yazdığı ama göndermediği mektupta " kısaca sanat uğruna hayatımı tehlikeye atıyorum ve bu yüzden aklımın yarısını yitirdim" diye yazmıştır.

Michelangelo Buonarroti









Michelangelo Buonarroti

Michelangelo, 6 Mart 1475'te Caprese kasabasında doğdu. Soylu bir aileden gelen babası Ludovici Bounnarroti kasabanın belediye başkanıydı. Fakat Michelangelo'nun doğduğu yıl, babasının başkanlık görevi sona erdirildi ve yoksullaşan aile Floransa'ya taşındı. Burada bir taş işçisinin karısının bakıcılığına verilen Michelangelo, yıllar sonra bunun üzerine,'' Dadımın göğsünden sütüyle birlikte keskiyi ve tokmağı da emdim.'' diyecektir.
Çocukluğunda Michelangelo'ya sıkı bir eğitim verildi, fakat çocuğun sanata olan merakı babasının engellemelerine rağmen giderek büyüdü. En sonunda 1488 yılında Ghirlandaio diye bilinen Dominico ile David Currado'nun yanına çırak olarak verilen Michelangelo, resim yeteneğiyle kısa sürede farkedildi. On üç yaşındayken bile Michelangelo, doğayı gözlemlemeden, düşlerinin doğanın gerçeğine uyup uymadığını denemeden hiçbir şeyi renklendirmezdi. Sık sık balık pazarına gider, balıkların şeklini, göz ve solungaçlarını inceler, sonra da büyük bir titizlikle resmederdi.
Ustası Ghirlandaio'nun yanından bir süre sonra ayrılan Michelangelo, Lorenzo de Medici ya da ''Muhteşem Lorenzo'' diye bilinen bir soylunun koruyuculuğunda kurulan okulda heykeltraşlığa başladı. Kısa sürede Lorenzo'nun ilgisini çekti. Lorenzo okulda bir gün, Michelangelo'yu çöpe atılan bir mermerden yaptığı sırıtan bir yüz heykelini parlatırken görür. Bu Lorenzo'nun çok hoşuna gider ve yarı şaka yarı ciddi '' Oldukça yaşlı bir yüz yapmışsın, bu geçkin budalanın tüm dişleri de yerinde. İnsanların yaşlandıkça dişlerinin döküldüğünü bilmiyor musun?'' diye sorar. Michelangelo da keskisini kaptığı gibi üst çeneden bir diş kırar. Bu zekice davranışın üzerine, Lorenzo çocuğun babasını çağırtır ve onu kendi evine aldırır. Michelangelo burada 1492 yılına, Lorenzo'nun ölümüne kadar kalmıştır.
Bu yıllar Michelangelo'nun sanatının yetişme dönemidir ve o döneme ait eserlerde Lorenzo'nun aşıladığı Yunan etkileri görülür.
Şiire ilgisi de bu yıllarda başladı. Dante'den oldukça etkilendi. Tam da bu yıllarda Güzel Luigia de Medici'ye aşık olması edebiyata olan ilgisini arttırmış ve karşılıksız kalan aşkını güçlü bir sone dizisinde dile getirmişti. On sekiz yaşında yalnız yüreği bir kez daha coşmuş ve bir başka aşk şiirleri dizisinde genç Tommaso Cavalieri'ye seslenmişti. Fakat Pescara markisinin dul karısı Vittoria Colonna için yazdığı şiirler, bunlardan daha güçlüdür. Michelangelo, sayıları oldukça kabarık olan bu şiirlerde Vittoria'ya olan aşkını anlatmış, yalnız bu mistik şiirlerinde değil, hristiyanlıkla ilgili eserlerinde ve platonik aşkın mutluluklarını dile getiren, sanatın sırlarını anlatan yazılarında da hep Vittoria'ya seslenmiştir. Michelangelo'nun şiirlerindeki anlatım, kişiliğindeki gibi yoğun ve güçlüdür. Hayatındaki tüm çoşkunluk ve ateşi heykellerinde olduğu gibi yazılarında da yansıtırdı.
Çağdaşlarını gözünde Michelangelo, çabuk kızan, sinirli, kendini beğenmiş alaycı ve aksi biriydi. Hatta gençlik yıllarında alay ettiği ve sert bir dille işini eleştirdiği bir okul arkadaşının yumruğunun izini hayatı boyunca burnunda taşıdı.
1492 yılında Lorenzo ölünce, Settignano'ya dönen Michelangelo burada anatomi çalışmaya başladı. Daha sonra üç yıl süreyle, çalışmalarına Venedik ve Bologna'da devam etti. Vatanı Floransa'ya döndüğünde yaşının küçük olmasına karşın sanatında olgunluk dönemine girmişti bile. 1595 yılında '' Uyuyan Cupid'' adlı eserini bitirdi ve bu eser St. Giorgio Kardinali'ne antika diye satıldı. Bir yıl sonra Roma'ya giden sanatçı, ''Baküs'' adlı mermer heykelini yaptı. Bundan böyle sadece başarılı bir ressam değil, aynı zamanda verimli bir heykeltraştı. 1499 yılında hristiyan heykelciliğinin ilk gerçek eseri olan ''Pieta''yı tamamladı. Olağanüstü güzellikteki bu eser şimdi Vatikan'dadır.
1501 yılında yeniden Floransa'ya dönen sanatçı, bir yıl sonra '' Bruges Madonna'' adlı eserini, üç yıl sonra da ünlü ''Davut'' heykelini yaptı. On sekiz ayda tamamlanan bu heykel dört buçuk metre boyundadır. Aynı dönemde '' St. Mattew'' heykelini ve ''Pisa Savaşı''nın taslağını yapmıştır.
1505 yılında Papa II. Julius, Michelangelo'yu Roma'ya davet etti ve onu kendi türbesini yapmakla görevlendirdi. Yıllarca süren çalışmanın sonunda tamamlanan eser olağanüstü güzelliğiyle görenleri kendine hayran bırakır.
Üç yıl sonra Michelangelo'ya Sistine Kilisesi'nin tavan süslemeleri görevi verilir. İlk başta bu görevi reddeden Michelangelo, sonunda kabul ederek sanat tarihine kusursuz bir eser kazandırmıştır. Kilisenin tavan süslemeleri üç yıl sürmüştür.
1527 yılında toplumda iyice saygın bir kişi olarak tanınan Michelangelo, Levazım Generali seçildi. 1534 yılında görevinden ayrılan sanatçı, Floransa'yı terkederek Roma'ya yerleşti. Roma'da, Papa III. Paul, atmış yaşında olan Michelangelo'yu Vatikan'ın baş mimarı, ressamı ve heykeltraşı olarak görevlendirildi. Aynı yıl Sistine Kilisesi için ''Kıyamet Günü'' freskine başlayan Michelangelo bu eseri yedi yılda bitirdi. Ayrıca Paulin Kilisesi'nde freskler, resimler ve heykeller yapmış, 1574 yılında St. Peter kilisesinin mimarlığını da üstlenmiştir.
1564 yılı Şubat ayının bir öleden sonrasında hayata gözlerini kapayan Michelangelo hiç evlenmedi. Sadece sanatıyla evli olan sanatçı, tüm hayatını ve enerjisini eserlerine verdi. Bir papaz arkadaşı, evlenmemesine ve çalışmalarının ürününü ve ününü bırakacak çocukları olmamasına çok üzüldüğünü söylediği zaman, Michelangelo, ''Sanat bana fazlasıyla eş oldu. Beni daima çalıştırdı, çabalattı. Geride bıraktığım eserlerim ise çocuklarımdır. Hiçbir değeri olmasa bile ben onlarda yaşarım'' dedi. Gerçekten de dediği gibi yüzyıllardır eserleriyle yaşamaktadır.